26 Kas 2007

el-Kulûbu’d-Dâria


Soru: Cenâb-ı Allah’a yakarış âdâbını öğrenmemiz ve O’na sürekli teveccühte bulunmamız açısından “el-Kulûbu’d-Dâria” adlı dua mecmuası çok önemli bir boşluğu dolduracak gibi görünüyor. Fakat, Kur’an harflerini okuyabilsek bile, ekseriyet itibarıyla, kitaptaki evrâd ü ezkârın manalarını anlayamıyoruz. Bu konuda bize neler tavsiye edersiniz?

Cevap: “el-Kulûbu’d-Dâria”, tek sığınak bildiği ilahî dergâhın kapısını gözyaşlarıyla çalan, onun eşiğinde boyun büküp el pençe dîvan duran, tazarru ve niyazda bulunan, içini şerheden, dertlerini bir bir sayıp döken ve yana yakıla “derman” deyip inleyen kalbler demektir; bütün bu manaları çağrıştırmak üzere kısaca “Yakaran Gönüller” de denilebilir. Bu kitap, Gümüşhanevî Ahmed Ziyaüddin Efendi’nin “Mecmuatü’l-Ahzâb” adlı üç cildlik eserinden seçilen evrâd ü ezkârın (okunması âdet edinilen belli âyet, sûre, dua ve zikirlerin) yeniden tasnif edilmesi suretiyle hazırlanmıştır.

Gümüşhanevî Hazretleri ve Mecmuatü’l-Ahzâb

Son devrin Osmanlı ulemasından merhum Ahmed Ziyâüddin Efendi, 1813 yılında Gümüşhane’nin Emirler Köyü’nde doğmuştur. Sadece zâhirî ilimlerle meşgul olmamış aynı zamanda bâtınî ilimleri de okumuş ve her iki sahada da icazet almıştır. Nakşibendî-Hâlidî şeyhlerinden birisi olan Gümüşhanevî hazretleri, hayatını ilim ve irşada adamış; 1893 senesinde İstanbul’da dâr-ı bekâya irtihal ederken geride onlarca eser bırakmıştır.

İşte, Hazret’in yâdigârlarından biri de, “Mecmuatü’l-Ahzâb” adlı yaklaşık ikibin sayfalık eser olmuştur. Gümüşhanevî hazretleri, eserini talebeleriyle beraber büyük bir itina ile hazırlamış ve bu vesileyle onlarca Hak dostunun yüzlerce evrâd ü ezkârını biraraya getirmiştir. Mecmuada her bir hizbin ismini, müellifini, ne zaman ve ne şekilde okunacağını da belirtmiştir. Mesela, Hasan Basrî Hazretleri’nin, Cuma’dan başlayıp haftanın her gününde bir bölüm okuduğu İstiğfar Üsbûiyyesi’ni kaydetmiş, hangi güne hangi bölümün düştüğünü de göstermiştir. Ayrıca, kitapta, Hazreti Ali (kerremallahu vechehû), Hazreti Üsame (radıyallahu anh), Muhyiddin İbn Arabî, Ebu Hasan Şazilî ve İmam Cafer-i Sâdık gibi maneviyat âleminin sultanlarının da “Üsbûiyye” adıyla andıkları ve haftanın her günü belli bir bölümünü okudukları hizibleri, virdleri, gece zikirleri, duaları, istiğfarları, istiâzeleri, tesbihleri, tehlilleri, salavat ve na’tları vardır.

“Mecmuatü’l-Ahzâb”, Bediüzzaman Hazretleri’nin de elinden hiç düşürmediği bir dua kitabıdır. Öyle ki, Hazreti Üstad’ın, yaklaşık üç mushaf-ı şerif hacmindeki bu kıymetli eseri her onbeş günde bir hatmetmeyi itiyad haline getirdiğini Nur Mesleği’nin çok önemli bir rüknünden birkaç defa dinlemiştim. Demek ki, Nur Müellifi, her gün en az beş-altı saatini bu mecmuaya ayırıyor ve evrâd ü ezkârla meşgul oluyormuş.

Burada, istidradî (antrparantez) bir hatırayı arz edeyim: Büyük alimlerden ehl-i kalb bir insan, Hazreti Üstad’ın iman hakikatlerini ele alışına, anlatışına, tahlillerine ve onları neşretmedeki üslubuna çok hayran kalıyor. Nur Risaleleri’nin, yazılması çok zor, pek kıymetli eserler olduğunu ve bunların sadece düşünüp taşınmakla kaleme alınamayacağını söylüyor. Eserlerin çoğaltılmasının ve neşrinin de ancak çok güçlü bir kaynağa dayanmak suretiyle gerçekleşebileceğini ifade ediyor. Nur Müellifi ve iman hizmeti hakkındaki takdirlerini her fırsatta dile getiriyor. Sonra birisi ona, Hazreti Üstad’ın başucundan hiç ayırmadığı “Mecmuatü’l-Ahzâb”ını gösterince, o zat diyor ki: “Şimdi o kaynağın ne olduğunu anladım; demek ki, Bediüzzaman’ın Rabbimizle çok ciddi bir münasebeti var, Cenâb-ı Hak’la irtibatı pek kavî. O, Allah’a teveccühten bir lahza dûr olmadığı ve kat’iyen gevşeklik göstermediği için Mevlâ-yı Müteâl de onu sürekli te’yid ediyor ve ilahî ihsanlara mazhar kılıyor.”

Evet, Hazreti Üstad’ı hangi yanıyla ele alırsanız alınız, bir mükemmeliyet abidesi olarak karşınıza çıkıyor. “Ben hizmet ediyorum, evrâd u ezkârım eksik olsa da olur!” veya “Ben kendimi zikr ü fikre adadım, i’lâ-yı kelimetullah vazifesinde geri kalsam da mahzuru yok!” ya da “Şu işi tam yapayım, bunu ihmal etsem de olur!” demiyor. Tam bir denge insanı olarak yaşıyor; her hususta esas kabul ettiği iktisadı, zamanı iyi kullanma mevzuuna da uyguluyor. Asla israfa girmiyor ve hiçbir anını boşa geçirmiyor; her saatini dolu dolu değerlendiriyor. Dolayısıyla, kulluğa ait hiçbir vazifeyi ihmal etmiyor; günlük virdlerini ve zikirlerini de hiç aksatmıyor. Kendisi “Mecmuatü’l-Ahzâb”ın tamamını okuduğu gibi, ondan bazı kısımları da alıp, Cevşenü’l-Kebir, Şah-ı Nakşibend’in Evrâd-ı Kudsiyesi, Delâilu’n-Nur, Sekine, Münacât-ı Üveys el-Karnî, İsm-i Azam Duası, Münacât-ı Kur’an, Tahmidiye ve Hulâsatü’l-Hulâsa misillü duaları biraraya getirerek bir “hizip” yapıyor. Mecmua’nın tamamını okuyamayanlardan hiç olmazsa bu hizbi takip etmelerini istiyor. Hazreti sevip sözlerine itimad edenler dünden bugüne o hizbi hep okudular, hâlâ da okuyorlar; bundan sonra da devamlı okumalılar.

Çünkü, evrâd u ezkâr, i’lâ-yı kelimetullah yolunda mücahede eden bir mü’minin en önemli zâd ü zahîresi; Allah Teâlâ ile münasebetinin de emaresidir. Cenâb-ı Hakk’ın gücüne ve kuvvetine, her şeye kâdir olduğuna ve her şeyi O’nun yaptığına inanan bir insan, bu inancının gereği olarak mutlaka Mevlâ-yı Müteâl’e teveccüh eder, ihtiyaçlarının giderilmesini ve arzularının yerine getirilmesini sadece O’ndan ister. Dua eden bir kimse, bütün gönlüyle Allah’a yönelip yalvarışa geçebildiği takdirde, kendi beden ve cismaniyetinden kaynaklanan uzaklığı aşmış ve kendisine her şeyden daha yakın olan Rabb-i Rahîm’e kurbet kesbetmiş olur. Cenâb-ı Hak da ona, duyması lüzumlu olan sesleri duyurur, görmesi gerekenleri gösterir, söylemesi icap eden sözleri söyletir ve onu yapması lâzım gelen amelleri yapmaya muvaffak kılar.

Yakaran Gönüller

Bu mülahazalara bağlı olarak, öteden beri çok değer atfettiğim “Mecmuatü’l-Ahzâb”ın bütün hizmet erlerinin başucu kitaplarından birisi olması gerektiğine inandım. Fakat, eserin eski nüshaları yeni nesillerin rahatlıkla okuyabileceği şekilde olmadığından bu düşüncemi yeterince dile getirememiştim. Gerçi, Gümüşhanevî Hazretleri, döneminin şartları zaviyesinden, olabilecek en güzel çalışmayı ortaya koymuştu; heyhat ki, o günün yazı ve baskı teknikleri yüzünden bu nadide eser bazı hatalara maruz kalmıştı. O dönemde matbaalar çok ibtidaî olduğundan dolayı baskı sırasında bir kısım yanlışlıklar yapılmış ve sonra da bu kıymetli mecmua hatalarıyla öylece kalmıştı. Daha sonraları, Gümüşhânevi Hazretleri’nin bizzat kendisi asıl nüsha üzerinde bazı tashihlerde bulunmuştu; ayrıca, farklı matbaalar tarafından el yazması nüshalardan fotokopi olarak tab’edilen baskılarda da, metin kenarlarına yer yer bir kısım tashihler ve şerhler düşülmüştü. Ne var ki, bu kitap genellikle o ilk baskılardaki haliyle çoğaltılmıştı; zira, o tarihlerde hemen herkes Arapça bildiği ve kıraat esnasında baskı hatalarını kolayca fark edip düzgünce okuduğu için, mecmuanın tashih edilerek yeniden basılmasına lüzum duyulmamıştı. Böylece, Merhum’un hassasiyet, itina ve dikkatine rağmen, eser teksir edilirken ortaya çıkan cümle, kelime ve hareke hataları günümüze dek sürüp gelmişti.

Bu hususlar nazar-ı itibara alınınca, “Mecmuatü’l-Ahzâb”ın tekrar gözden geçirilerek yeni bir tasnif ve güzel bir baskı ile daha geniş kitlelerin istifadesine sunulabileceği düşüncesi hasıl oldu. Önce kitap baştan sona birkaç defa taranarak muhafaza edilecek ya da kitap haricinde tutulacak virdler tefrik edildi. Hazret-i Üstad’ın “Ben şurayı okumuyorum” demek suretiyle işaret ettiği yerler de dikkate alınarak, zâhir itibarıyla Usuluddin’e ve Ehl-i Sünnet’in tarz-ı telakkilerine uygun düşmeyen evrâd ü ezkâr çıkarıldı. Aslında, keşf ve müşahedelerinde eşsiz bir zevke ve aşkın bir hale mazhar olan bazı ehl-i irfanın ve meşayihin bir kısım hususi mülahazalarının tazarru ve niyazlarına da yansımış olması pek tabiidir. Ne var ki, bu mülahazaların, aynı seviyenin insanı olmayan kimseler tarafından yanlış anlaşılması ve su-i te’vile maruz kalması da söz konusudur. Bundan dolayı, o türlü hususi mülahaza ihtiva eden hizbler mecmuanın dışında tutuldu.

Yine Hazreti Üstad’ın düzelttiği yerler de göz önünde bulundurularak, seçilen metinler üzerinde tashih çalışması yapıldı; eser birkaç kere de hem ferdî olarak hem de ders halkasında lafız, gramer ve hat hatalarını giderme maksadıyla okundu. Tashihler tamamlandıktan sonra, bu defa da dinî kaynaklarda Ashab-ı Bedir arasında ismi zikredildiği halde, bu dua kitabında adı anılmayan sahabîlerin isimlerinin derc edilmesi gibi bazı ilaveler yapıldı. Kitabın sonuna İmam Bûsîrî’nin Kaside-i Bürde’si ve Kaside-i Mudariye’si ile beraber câmi’ bir salât ü selam da eklendi. Bugünkü kuşakların rahatlıkla okuyabilecekleri bir dizgi ve isimlendirme metodu izlendi; Peygamberlerin münacaatlarının yanı sıra, Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ali Efendilerimiz gibi Ashab-ı Kirâm’ın yakarışları, Üveys El-Karnî, Abdülkadir Geylanî, Muhyiddin İbn Arabî, İmam Zeynülâbidîn, İmam Gazâlî, Ebu Hasan Şâzilî, Hasan Basrî gibi her dönemden pek çok İslâm büyüğünün duaları ile Esmâ-i Hüsnâ, değişik hal ve şartlarda okunacak dualar, çeşitli tarikatlerin zikirleri, günlük ve haftalık virdler belirli bir düzen içinde sıralandı. Böylece, 590 küsur sayfalık bir eser ortaya çıktı ve adına da -başta da ifade ettiğim gibi- “el-Kulûbu’d-Dâria” denildi.

Bu dua mecmuasının hazırlanmasındaki en önemli sâiklerden birisi şu olmuştur: Şayet, hizmet erleri iştirak-i amâl-i uhreviye mülahazasına bağlı olarak kitaptaki duaları paylaşır ve manevî bir halka yapmış gibi her gün belli bir sıraya göre okurlarsa, mesela, kırk kişi, her biri onbeşer sayfa okumak suretiyle her gün bir defa mecmuayı bitirirse, o zincire dahil olan herkesin amel defterine el-Kulûbu’d-Dâria’nın tamamını okumuş olma sevabı yazılır. Bu hakikat, İhlas Risalesi’nde misalleriyle anlatılır; dört beş adamdan, biri gazyağı, biri fitil, biri lâmba, biri şişe, biri kibrit getirip iştirak niyetiyle bir lâmbayı yaksalar, onlardan herbirinin tam bir lâmbaya mâlikmiş gibi istifade edeceği ve aydınlanacağı ifade edilir. Hazreti Üstad bu misali verdikten sonra şöyle der: “...Aynen öyle de, emvâl-i uhreviyede sırr-ı ihlâs ile iştirak, sırr-ı uhuvvet ile tesanüd ve sırr-ı ittihad ile teşrikü’l-mesâi neticesinde, o “iştirak-i a’mâl”den hâsıl olan umum yekûn ve umum nurun, herbirinin defter-i a’mâline bitamâmihâ gireceği, ehl-i hakikat mâbeyninde meşhud ve vakidir. Ve vüs’at-i rahmet ve kerem-i İlâhînin muktezasıdır.” Demek ki, bin kişinin dahil olduğu bir halkada yer almak, hasenât defterine o bin adamın hepsinin sevabını kaydettirmeye vesiledir. Bu itibarla, böyle büyük bir manevî şirketten hisse alma ve o şirketin kârına ortak olma çok mühim bir meseledir.

“el-Kulûbu’d-Dâria”nın Tercümesi

Evrâd ü ezkârın manalarının anlaşılmasına gelince; tabii ki, bir duayı, manasını da anlayarak okumak daha engin mülahazalara açılmaya ve daha derin hislerle dolmaya vesile olur. Bazı ifadeler vardır ki, okuyan ya da dinleyen insanın yüreğini ağzına getirir. Hususiyle, Hak dostları daha önce kimsenin söylemediği ve hiç matbaa mürekkebi görmemiş sözler söylerler. Onlar aşk u iştiyaklarını, Allah’a karşı o kadar saygılı, üslup itibarıyla o kadar ince ve Mevlâ-yı Müteâl’e o kadar layık bir eda ile seslendirirler ki, o ifadeler karşısında kalbinizin ritmi değişir, bayılacak gibi olursunuz ve kendinizi yere atarsınız.

Hazreti Şah-ı Geylanî’nin Evrâd-ı Kudsiye’sini ilk defa okuduğum zaman bana çok tesir etmişti. Adeta kendimden geçmiştim; Hazret’in Cenâb-ı Hak’la münasebetine, O’na içini döküşüne ve Rabb-i Rahim’e hitap ederken seçtiği kelimelere hayran kalmıştım. Hacı Kemal Efendi, duadan çok etkilendiğimi görünce hemen yanıma gelmiş ve “Hocam, size o kadar tesir eden dua hangisi?” demişti. Evet, gönlün sesi-soluğu olan o sözler karşısında müteessir olmamak elde değildi.

Bu açıdan, okunan evrâd ü ezkârın manalarını bilmek, insana engin bir ruh haleti kazandırır; yakarış heyecanlarını tetikler, konsantrasyonun temin edilmesini sağlar ve dudaklardan dökülen kelimelerin dilden değil gönülden kopup gelmesine zemin hazırlar. Bu itibarla da, keşke herkes okuduğunu anlasa, o büyük insanların hissiyatlarına ortak olsa ve o derin manalarla dolup manen doysa.. bu arzulanan bir neticedir. Ne var ki, böyle bir anlama söz konusu olmayınca, yapılanın hiçbir işe yaramadığını düşünmek de kat’iyen doğru değildir. Kur’an-ı Kerim’in ayetleri ve Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in duaları zatında nuranî olan ifadelerdir. el-Kulûbu’d-Dâria’da yer alan sözlerin çoğu, Kur’an-ı Hakîm’den ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi ekmelüttehaya vetteslimat) dualarından mülhemdir; ayet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden alınmış, format değişikliği yapılarak farklı bir şekilde yeniden seslendirilmiştir. Dolayısıyla, biz onların manalarını hiç bilmesek de, abdestimizi alır, kıbleye dönerek oturur, saygılı durur, gönlümüzü Cenâb-ı Hakk’a tevcih eder, huzur-u kalble o duaları okur ve Allah Teâlâ’ya karşı bir dilenci edasıyla ellerimizi açarsak umulan sevaba ulaşırız.

Evet, dualardaki derin manaları his, akıl ve mantığımızla yakın takibe alıp onlardan azamî istifade etmemiz için Arapça’yı anlamak ya da o virdlerin Türkçe meallerini okumak lüzumludur ve bu olsa çok iyi olur; fakat o olmayınca, duanın hiçbir fayda sağlamayacağını zannetmek de yanlıştır. Bir kere, manası ister anlaşılsın isterse de anlaşılmasın, duayla meşgul olmanın kendisi bir teveccühtür; dua ile değerlendirilen zaman da başlı başına bir teveccüh vaktidir. İnsan, arzularını yalnızca Allah Teâlâ’nın is’af edebileceğine, ihtiyaçlarını sadece O’nun giderebileceğine inanır ve bu inançla Cenâb-ı Hakk’a yönelirse, o müddet zarfında onun kalbi, hisleri, latife-i Rabbaniyesi çok istifade eder, ihsasları dua boyunca demlenir ve insan huzurda bulunuyor olmanın lezzetiyle zaman zaman kendinden geçer. Dolayısıyla, tazarru ve niyaz yine kâmet-i kıymetince eda edilmiş olur; kazandıracağı mükafatı yine kazandırır ve okuyan kimseyi Allah’a yaklaştırır.

Şüphesiz, daha baştan heyecanı tetikleme, konsantrasyonu temin etme, kalb ve ruhun yanı sıra akıl ve mantığı da besleyip doyurma açısından, takip edilen virdlerin mealinin okunması çok faydalı olacaktır. İnşaallah ileride, Arapça ile beraber Türkçe’yi de iyi bilen ve her iki dildeki temel espriye vakıf olan bir arkadaşımız, bazı yerlerde derkenar yaparak, bir kısım haşiyeler (şerhler, açıklamalar) düşerek el-Kulûbu’d-Dâria’yı tercüme edebilir. Mana-yı ismîden ziyade mana-yı harfîyi öne çıkararak; yani, bir cümledeki kelimelerin tek başlarına bulundukları zamanki anlamlarını değil de, cümle içindeki konumlarını, diğer sözcüklerle biraraya geldikleri zamanki manalarını ve üzerlerine yüklenen mazmunları (nükteli, sanatlı, ince sözleri) nazar-ı itibara alarak; bir de, “Bu mefhumu Türkçe dile getirseydim, nasıl ifade ederdim?” ölçüsüne bağlı kalarak o güzel duaları dilimize çevirebilir.

Evet, el-Kulûbu’d-Dâria gibi kitapları ya da onlardaki bazı metinleri Türkçe’ye çevirirken, deyimleri, atasözlerini ve bazı hususi tabirleri dilimizin temel espirisi ve genel özellikleri açısından değerlendirip, dil zevkimize uygun şekilde manalandırmak da çok önemlidir. Mesela, bir velinin “Allahım, halimi Senin bilmen, benim onu şerhetmeme ihtiyaç bırakmıyor!” şeklindeki sözünü kelimesi kelimesine tercüme etmek yerine, “Halim sana ayan, söze ne hâcet!” diyerek Türkçe’ye aktarmak daha hoş düşebilir. Bu açıdan, harfi harfine mana vermeye çalışmamak ve kelimelerin ilk anlamlarına takılıp kalmamak gerekir; çünkü, Kur’an-ı Kerim meallerinin bazılarında olduğu gibi, kelime kelime tercüme meseleye darlık getirir; sözün ruhunu ve cümlenin ışığını söndürür. Öyleyse, anlatılmak istenen hususu ve o sözün maksadını kendi dilimizde nasıl ifade ediyorsak, onu o şekilde meallendirmek, en azından antrparentez olarak belirtmek icap eder.

Şayet, bu hususları da gözetebilecek bir arkadaşımız bu mecmuayı Türkçe’ye çevirirse, yapılan tercümeler sayfaların kenarlarına yazılarak kitap yeniden basılabilir. Gerekirse sayfa düzeni biraz değiştirilir, harfler için daha küçük bir karakter kullanılır; virdlerin ve zikirlerin asılları ortaya, mealleri de kenarlara yerleştirilir. Böylece, dua edecek olanlar, önce okuyacakları yerlerin Türkçe’sine bakarlar, sonra da Arapça’sını okurlar. Gerçi, kendi hisselerine onbeş sayfa düşmüşse, işin içine meal de girince otuz sayfa okumaları icap eder; fakat, biraz zahmetli de olsa duyarak, hissederek ve bilerek okumuş olurlar.

Evet, ileride bu da yapılmalı ama o ana kadar biz orjinal metniyle okumaya ve bu vesileyle Mevlâ-yı Müteâl ile münasebetimizi kuvvetli tutmaya devam etmeliyiz. M. Lütfî Hazretleri’nin,
“Ey tâlib-i feyz-i Hudâ gel halkaya, gir halkaya!
Ey âşık-ı nûr-i Hudâ gel halkaya, gir halkaya!”
davetine icabet ederek, bir manevî şirkete de biz başvurmalı ve halkadaki yerimizi almalıyız.

Hasılı; dua halkaları, kalbî ve rûhî hayata sıçrama faslı gibidir.. herhangi bir halkada gönüllerini göklere bağlamış ve kendilerini uhrevîliklere salmış zâkirler, ötede kim bilir ne kevserler ne kevserler içeceklerdir. Adanmış ruhlar, “Yakaran Gönüller”in dua halkasından hiç ayrılmamalı, ruh haleti itibarıyla bast (inşirah, neş’e ve sevinç) anlarında başkalarına şevk kaynağı olmalı, kabz (gönül darlığı) yaşadıkları zamanlarda da dostlarının kanatlarıyla uçmalı; fakat, ne yapıp edip yol yorgunluğunu tazarru ve niyazla aşmaya çalışmalıdırlar. Halkanın dışında kalanlar, dışta kalmış sayılırlar; -hafizanallah- zamanla heyetten de kopup ayrılırlar. Halkanın içinde bulunanlar ise, Allah Teâlâ’nın bütün halkaya teveccühü ölçüsünde sevaptan nasipdar olurlar. Onlar kalb ve ruh ufku itibarıyla tutukluk yaşadıkları anlarda bile, dahil oldukları halkadaki arkadaşlarının sînelerinden kopup gelen inanç ritimli sesler ve rikkat yüklü iniltiler sayesinde haşyetle dolar ve canlılıklarını hep korurlar.

FETHULLAH GÜLEN-herkul.org


kadın ve islam

Allah(c.c.)a ve Rasulü (s.a.v)'ne Bey'at eden kadın, zinaya gidecek kapıyı başta kapatır. Nikahlısının dışında, kendisine nikah düşer durumdaki bütün erkeklere haremlik selamlık mes'elesine riayet eder. Tokalaşma, bakışma, konuşma, kadın ve erkek her insanı, mel'un şeytan iblis'in hoşuna gidecek çirkin durumlara sürükler. (2)

Üsâme bin zeyd(r.a.)'dan rivayetle Rasûlüllah(s.a.v.) şöyle buyurur:
''Benden sonra erkeklere kadınlardan daha zararlı bir fitne (sebebi) bırakmıyorum.” (3)
Kadının fitne oluşu kılık kıyafetle başlar. Hududullah'ın dışında yaşamayı tercih eden kadın fitne olmaktan kurtulamaz.

Hz. Aişe (r.a.) validemizden şöyle bildirilmiştir. Rasulullah(s.a.v.) (bir defa)Mescid'de otururken Müzeyne (kabilesinden) süslü Mescid'in içinde (bile) eteğini sürüyüp böbürlenerek yürüyen bir kadın (Mescid'e) girdi. Bunun üzerinden Rasulullah şöyle buyurdu:
''Ey insanlar, kadınlarınızı Mescid'e(gittiklerin)de süslü elbise giymekten ve böbürlenmekten men ediniz. Çünkü İsrail oğulları kadınları mescid'ler(e gittiklerin)de süslü elbise giyip böbürleninceye kadar lanetlenmediler" (4)


Ebu Hureyre (r.a.)’dan rivayetle Rasûlüllah (s.a.v.) buyurdu:
''Herhangi bir kadın güzel koku sürdükten sonra mescid'e (gitmek üzere evinden)çıkarsa (o kokuyu giderici) boy abdesti alıncaya kadar hiçbir namazı kabul olunmaz.'' (5)
Bu hâl üzere davranan kadın, Allah(c.c.) ve Rasûlü(s.a.v.)'ne itaatsiz davranacağı gibi, dâvâya hizmet edecek saliha kadında olamaz.


Mü'mine kadın, yeryüzünün her tarafı bizim için mescid (6) kılındığı yeryüzünde tesettürüne, namusuna dikkat etmek koşuluyla, davamızın içerisinde vazife yüklenir, doğru yolda dosdoğru amellerle örnek teşkil eder.


Bey'at'ın diğer şartı, evladını öldürmemeleridir. Her türlü öldürmenin yanı sıra, cenin halinde kürtaj yoluyla öldürme çoğalmıştır. En büyük günahlardandır. Yeryüzünde, kabilil'in arzusunu ilahlaştırmasıyla başlamış şeytani bir harekettir. Çocuğun rızkından endişe ederek öldürmek, rızık verenin(7)yaşatan ve öldüren Allah(cc) olduğuna, şeksiz şüphesiz iman edememiş olduğunu gösterir. Allah(c.c.) ve Rasûlü (s.a.v.)'ne bey'at eden kadın bu yanlışları yapmaz. Yapanlarıda uyarır.
Bey'atın diğer şartı ''kendi elleriyle ayakları arasından bir iftira düzüp getirmemek''tir.
İbn Abbas (r.a)der ki:''Kocalarına onların çocuklarından başkasını nispet ettirmemek manasınadır bu'' Birden fazla erkekle birlikte olup, sonrada çocuğunu kocasına mal etmektir ve ve câhiliyye hareketindendir.


Bey'at'ın son şartı ''Ma'rufu işlemekte sana karşı gelmemek üzere''dir. İlahi hükümleri içine alan önemli bir teslimiyettir.
Hz. Peygamber(s.a.v.)'in hükümleri, İslam ana yasasının temel kaidelerinden ikincisidir. Mü'min'e kadın, gerek fert, gerek kurumsal bağlamda zalimlere itaat etmez.
Şer'i hükümler çerçevesinde ma'ruf işler, taviz vermez. Mutlak Hakimiyyet Allah(c.c.)'ındır. O'nun Rubûbiyyetini kabullenmek ve o'ndan başkasının hükümlerini, emirlerini kabullenmemek Ma'ruf'dur. Ma'ruf'a uyan kadınların dost edinilmesi zarurettir.

“Rabbinizden size indirilen kitab'a uyun. O'ndan başka dostlar edinerek onlara uymayın.” (8)
Zira onlar size ma'ruf'u emretmezler, onların her emrettiği şirkle, fesatla, sahte İlâhlarla dolu ideolojilerdir. Heva ve hevesinden arınıp islâm'a hicret eden kadın, Rabb'iyle tanıştığı güzelliklere mazhar olduğu için çokça tövbe istiğfar etmelidir. İslâm'i hareketin başarıya ulaşması için,nur suresi, 31.ayet hükmünce, tüm mü'minlerin, topluca Allah(c.c.)'a tövbe etmesi zaruret olmuştur.
“Onlar, dini, yanlız Allah'a has kılarak ve tevhid ehli olarak Allah'a ibadet etmekle emrolunmuşlardı.” (9)
Şahıslara, fertlere, kurum ve kuruluşlara değil, yanlız Allah'a has kılarak ve tevhid ehli (şirk koşmaksızın Allah'ı birleyerek)olarak, Allah(c.c.)'a ibadet etmekle emrolunmuş mü'minler, kadın ve erkek olarak aynı sorumluluk içindedirler. İlahi mesaja yüz çevirenlerden yüz çevirerek, yüzünü, hayatını ibadetlerini Allah(c.c.)'a döndüren mü'min kadın, İslami hareketin bir parçası olmuştur.
Artık sadece kendinden sorumlu değildir, tüm insanlar adına sorumlu haline gelmiştir, yaptığı her hareket, attığı her adım, konuştuğu her söz, mü'minler topluluğuna zarar vermemeli diye düşünerek hareket edecektir. Yapacağı herhangi bir yanlış hareketi, davamıza zarar verebileceği gibi, kendisini uyarmayan müslümanları da mes'uliyet altına sokacaktır. Yerin, göğün, dağların yüklenmekten çekindiği emaneti yüklenen mü'mine kadın, tıpkı mü'min erkekler gibi, ferdi değil, ümmet olarak sorumluluk yüklenmenin bilinciyle yürüyecektir bu yolda... Rasûlullah(s.a.v.) bir hadisi şeriflerinde şöyle buyurur:
''Kendini ilgilendirmeyen işleri terk etmesi, kişinin Müslümanlığının güzelliğindendir.'' (10)
Ne dini için ne dünyevi açıdan hiçbir önemi olmayan davranış ve sözlerdir. Her mü'min kadın, kendini ilgilendirmeyen işleri terk ederek, dini için Allah'ın yardımcısı olmalıdır.
Gereksiz yere uğraştığı, kendisini ilgilendirmeyen meselelere kafa yorduğu taktirde Allah(c.c.) için, Rasûlü(s.a.v.) için ve mü'minler için çalışamayacaktır. Çünkü insanın kalbi ve zihni gereksiz şeylerle meşgul olduğundan bunlar hayatına yansır, kalbine ve zihnine dini için çalışmayı emredemez, emretse de muvaffak olamaz.

Allah Azze ve Celle, bir göğüste iki kalp yaratmamıştır, aynı kalpte, batıl veya gereksiz şeylerde bulunsun, Hak da bulunsun; bu mümkün değildir.
Dolayısıyla İslâmi dâvâ da, bu hak yolda her mü'mine kadın üzerine düşen önemli meselelere kafa yorarak gerektiği şekilde çalışmalıdır. Dâvâ'nın yer yüzüne yayılmasında, kalplerde yer edinmesinde, kadınlarımızın üzerine düşen vazife çok büyüktür. Mü'mine kadın ciddi ve samimi çalışmasıyla en az dört kişiyi etkileyecektir, babasını, erkek kardeşini ve oğlunu... Rabbinin yolunda rabbani metotla büyük işler başarmalarını sağlayacaktır Allah'ın izniyle. Her mü'mine kadın ahde vefa göstermeli, Rabbine ruhlar alemin de verdiği sözü, dünyada yerine getirmeli ve bir gün tekrar Rabbi'nin huzuruna vararak Rabb'iyle karşılaşacağı güne kendini hazırlamalıdırlar.

“Ey iman edenler! yaptığınız sözleşmeleri yerine getirin.” (11)
“Ahde vefa gösterin,(verdiğiniz sözde durun) çünkü insana ahdinden sorulacaktır.” (12)
Bu emir, Allah(c.c.)'ın mü' min erkek ve mü'min kadın kullarına ahde vefa gösterme ve gereklerini fiili olarak yerine getirme şeklinde verilen kesin bir Rabbanî emirdir, bu emirden kaçmaya kurtulmaya ve uzak durmaya imkân yoktur. Müslüman erkek ve kadınların Allah(c.c.)'a verdikleri bu söze uymaları, hem dünya kurtuluşu, hemde ahiret kurtuluşu vacip olur. Emin Muhammed olarak girdiği hırasından Resul Muhammed (s.a.v.) olarak çıkan Efendimizin yanında bir kadın vardır, Hz. Hatice (r.a.)
''Sana gelen Cibrili Emin'dir'' diyerek, kalbinin yatışmasını sağlayarak en büyük desteği verendir. Vahiy gelmeden öncede sırtına yiyecek ve ihtiyaçlarını sırtlayıp, hıraya çıkan, o zorlukları aşarak Rasûlullah (s.a.v.) 'a rızık götüren fedakâr kadın, eşi ve çocuklarının annesi, gerçek bir dava kadını...
Şimdi ise aynı Hatice'lere her zamankinden daha fazla ihtiyaç vardır. Eşi derslere veya mazlumlara yardım etmeye gittiğinde,''niçin gidiyorsun, niye geç geliyorsun,''? gibi gereksiz sözlerle eşini üzen değil, tam tersine destek veren yardımcı olan, dâvâ kadınlarına ihtiyaç vardır.
Rasûlullah(s.a.v.)buyuruyor:
''Kim bir hayra dalalet eder ,(öncülük) ederse, aynen o hayrı yapanın ecri gibi ecir kazanır.'' (13)
Allah'ın ''hayırda yarışın'' hükmü gereğince erkeklerin hayırda yarıştığı gibi kadınlarında eşleriyle birlikte aynı şekilde yarışması, mü'minlerin güçlenmesine vesile olacaktır.
Ve kadında aynı ecri alacaktır inşaallah. Erkek için eşinin, hayır yarışında arkada kalması üzücü değil, gerilerde sürünenlerden veya hiç yarışmayanlardan olmasıdır.
Bunun için eşini boşaması değil, onu bir an evvel Haticeleştirmesi gerekir. Yine bu dinin yücelmesinde ve tamamlanmasında en önemli rolü olan Hz. Sümeyye annemiz, örneğimizdir. Canını veren ilk şehid kadınımız Hz. Sümeyye'dir. Üç, beş zalimin keyfi için dinini, imanını satmayan, bu uğurda hayatından vazgeçen mü'mine şehid...
Yine en büyük tesiri bırakan, Uhud savaşında, eşini, kardeşini, oğlunu kaybeden buna rağmen ''Allah Rasûlü iyimi, sağmı?'' diyerek Efendimiz(s.a.v.)i soran fedakâr kadın, bu günün kadınlarına örnektir. Zira yavrusunu, eşini cihada, ilim öğrenmeye dahi göndermeye dayanamayan anneler, dâvâ kadını olmayacağı gibi çocuklarını da yetiştirmeyecek, Hem dünyada hem ahirette kaybedecektir.

İslami hareketin başarıya ulaşmasında, yardımcı olabilecek kadında bulunması gereken özelliklerden bir kaçını sıralayabiliriz.
Öncelikle Allah'a şirk koşmaksızın iman eder, ihlas ile salih ameller işlemeye yönelir, hayırda çalışanlardan olabilmek için azimle gayret eder. Allah(c.c.)'ın indirdikleriyle hükmedilmesi, hükmolunulması birinci gayedir. Zalimlere, münafıklara yardımcı olacak en ufak hareketten kaçınır. Namazına, tesettürüne dikkat eder.
Davamızda başarıya ulaşabilmek için gereken her türlü fedakârlığı gösterir. Güzel ahlak sahibidir, doğru dürüsttürler, yalan yere şahitlik etmezler, iyilik düşünür, hayra öncülük ederler, haksızlıklardan uzak durur, diğer müslüman kadınları aşağılamazlar, sözünde durur, emin güvenilirdirler. İffetli, namusuna düşkün, hayâ ve onur sahibidirler. Başkalarının ayıbını araştırmaz, şerefini çiğnemez gösterişten kaçınırlar.
Verdiği hükümde adaletlidirler, zulmetmez, ikram sahibi cömerttirler. Yardım ettiklerinde başa kalkmaz, kıskançlık yapmaz, sır saklar, övünmekten uzak dururlar. Güler yüzlü naziktirler, fedakârdırlar. Hakka dâvet eder, saliha kadınlarla dostluk kurar, iyiliği emreder kötülükten nefyederler. İnsanların sulhu için çalışır, toplum içine girer, inancı uğruna eziyetlere sabrederler, Eşine itaat etmenin, çocuklarını Allah yolunda yetiştirmenin yanı sıra ümmet olmanın bilinciyle mü'min erkek ve kadınlarda yardımcı olurlar...
“Mü'min erkek ve mü'min kadınlar birbirlerinin velileri (yardımcıları)dırlar.bunlar iyiliği emreder,kötülükten vazgeçirmeye çalışırlar.” (14)
Mü'min erkeklerin yardımcısı olan mü'min kadınların en önemli vazifeleri, ömrünün sonuna kadar tebliğ yapmalarıdır. İnsanların Hak ile batılı ayırt edebilmesi için terk edilemez bir yardımlaşmadır ve olmazsa olmazın tek şartıdır.
ibn kesir şu bilgileri vermektedir:
''(onlar birbirleriyle yardımlaşırlar, birbirlerine arka çıkarlar). Sahih bir hadis'te Allah Resulü (s.a.v.) ''Mü'min, mü'min için, biri diğerini kuvvetle tutan yapı gibidir,'' buyurmuş ve parmaklarını birbirine kenetlemiştir.''
Mü'mine kadın, islam'i hareketin içerisinde, diğerlerini tutan, yapı taşı gibidir ki, kuvvet ve destek vererek erkeklerin çalışmalarında yardımcı olur. İmran ailesinden Hanne validemiz gibi ''adayan'' kadın olmalıdır. Hem kendini hemde sevdiği şeyleri Rabbi'ne adayan ve bu adağından ne pahasına olursa olsun vazgeçmeyen kadın olmalıdır. Rabbi ile olan ahdi gereği en sevdiği şeyleri feda etmek üzere çalışan erkeklere gerektiği şekilde yardım etmelidir. Çocuklarını bu uğurda yetiştirmelidir.
En sevdiği İsmail'ini kurban etmeye hazır, fedakâr annelere ihtiyaç vardır. Hacer annemiz gibi... Kendini ve yavrusunu tarihin akışına bırakmayan, tarihin akışını değiştiren kadın, Hâcer annemiz, örnek bir dava kadınıdır. Çünkü onun sağlam inancında, pazarlıksız ve şüphesiz inancında ''Allah buyurduysa kabulümdür ''teslimiyeti vardır. Pazarlıksız inanacak, itaat edecek ve çalışmalarının karşılığını yanlız Allan'dan bekleyecektir. Her Mü'min'e kadın, bu yolda kendinin de görevi olduğunu bilmeli, sorumluluğun bilinciyle yola çıkmalı ve bu yolda sarsılmadan yürümelidir, Sarsılmasına veya yolunu şaşırmasına sebep olacak bütün engelleri yolunun üzerinden atmalı, dosdoğru yolda devam etmelidir, şeytanın vesveselerinden Allah'a sığınarak ilerlemelidir:

“Size ne oldu? Birbrinize yardım etmiyorsunuz.” (15)
Mazlumu mazlum, zalimi zalim olmaktan kurtarmak, Allah için mücadele etmek üzere beş emniyeti sağlamak için birbirimize yardım etmek, imanımızın ve kulluğumuzun borcudur, zarurettir.
“Biz ise, yeryüzünde güçten düşürülenlere (Mus'taz'aflara)lütufta bulunmak, onları önderler yapmak ve varisler kılmak istiyoruz. Ve (istiyoruz ki),onları yeryüzünde iktidar sahibi olarak yerleşik kılalım. Fir'avun'a, Hâmân'a ve askerlerine, onların sakınmakta oldukları şeyi gösterelim.” (16)
Omuzlarımıza yüklenen bu görevleri yerine getirebilmemiz için erker mü'minlerin, kadın mü'minlerin yardımlarına ihtiyaçları vardır. Olmazsa olmazlardandır.
Cenabı Allah(c.c.), çalışan mü'minlere, başarı ve sabır nasip etsin.
''Ey Rabb'imiz. Kalplerimizi, dinin üzere sabit kıl, ayaklarımızı kaydırma, bizlere zaferler nasip eyle.'' Amin.

Sevde gök-vuslat dergisi

5 Kas 2007

Namazın Esrarı


Namazın Esrarı
Osman ERSAN

Namaz, Allah teâlâ'ya yalvarışın yeri ve hâlis sevginin madenidir. Esrarın meydanları namazda genişler ve ruhların ışıkları onda parıldar. (Sadık Dânâ, Altınoluk sohbetleri, c. 5 s. 79)

Namazın bir şekli bir de ruhu vardır ki, her bir şartını rüknünü yerine getirmekle ruhuna eriler. Mesela namazın şartlarından birisi olan abdestin her bir farzında, sünnetinde, edebinde namazın dosdoğru kılınmasına insanı hazırlayan bir sır ve işaret vardır.

Abdestle dış organları temizleyen ve günahlardan arındıran kul, namazda nefsini ma'siyetlerden tezkiye, kalbini de kin, nefret, haset... gibi manevi hastalıklardan tasfiye eder. Namazda vücudunu Kabe-i Muazzama'ya çevirdiği gibi, kalbini de bütün varlığıyla Allah'a yöneltir. Hangi namazı kıldığını ve kimin huzurunda bulunduğunu hatırlar.

Namazda "Allahü Ekber" diye tekbir alarak başlarken, "en büyük" vasfıyla Allah'ın büyüklükte eşsiz olduğunu, hiçbir mahlukun ibadetine olmadığını düşünür ve Allah'ın büyüklüğünü ve azametini de kalbinde hisseder.

Ellerini kulaklara kadar kaldırmak, kulun dünya işlerinin hepsini geriye atarak, dünyaya sırt çevirdiğine ve bütünüyle Allah'ın huzuruna vararak ilahi münacata yöneldiğine işarettir.

Tekbirden sonra kulun, efendisi önünde dikildiği gibi Allah'ın huzurunda durur. Ellerini bağlayarak gözlerini yere diker. Hiçbir uzvu kımıldamadan tam bir edeple "Sübhaneke" duasını okur. Tekbir Allah'ın huzuruna girmeye bu dua da Onunla konuşmaya başlamak olur.

Daha sonra şeytanlar, vesveseleriyle kalbi huzurdan ayırmaya, insanı şaşırtmaya çalıştıklarından; namaza girişin arkasından " Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım" diyerek gizli düşmanlar olan bu varlıkların şerrinden Allah'ın himayesine sığınır ve rahman ve rahim olan Allah'ın yüce ismiyle Fatiha suresini okumaya başlayarak Allah ile konuşmak şerefini kazanır. Artık kul, Allah ile mükâlemenin sonsuz lezzetini tadar. Bu süredeki mübarek duaların kabulü için "Amin" diyerek sözünü bitirir.

Biraz daha Kur'an okuduktan sonra onu yüce zatını saygıyla anıp tekbir getirerek rükûa varır. Rükûda kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayıp, bütün varlıkların kendisine muhtaç olarak sığındığı yüce rabbini "sübhane rabbiyel-azim" yani (yüce rabbimi tenzih ederim) diyerek azamet ve vakar duygusu ile üç defa tespih eder. Kul, bu hareketiyle "Rabbim! Günahkar vücudum senin huzurunda ve önünde eğilmiştir. Şüphesiz Sen ululuk sahibisin, Senin ululuğun önünde ben başımı eğiyorum." Demek ister.

sonra rükûdan doğrulur Rabbine hamdını sunar, tekrar tekbir alarak alnını yere koyar. Saygısı son haddine varınca üç defa "sübhane rabbiyel-ala" yani (en yüce olan rabbimi tenzih ederim) diyerek yüce rabbinin büyüklüğünü düşünerek arkası arkasına tespihlerle anar. Bunun arkasından, Rabbine, büyüklüğüne layık bir şekilde hakkıyla ibadet edemediğini itiraf ederek tekbirle başını secdeden kaldırır (Hüseyin Cisri Efendi, Risale-i Hamidiyye, s 115).

Fakat secdeden başını kaldırınca, secde halinde daha şerefli ve faziletli bir ibadet olmayacağını düşünerek bir kere daha secdeye varır ve secde etmekten kaçınan şeytana tabi olmayacağını kuvvetle ifade etmek ister. Kul bu secdeleriyle şöyle söylemiş olur. "Ey rabbim! Benim bu en değerli ve şerefli organlarım senin huzurunda, senin bana lütfedip merhamet etmen için yerlere kapanmıştır."

Artık başını secdeden kaldırarak ta'zimle oturur. Ettahiyyatü'yü okurken; bir taraftan ondaki engin manaları tefekkür eder, diğer taraftan Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- 'in miracından bir nasip almaya çalışır. Zira secdeden sonra teşehhüdde, enaniyyet perdelerinden kurtulmaya işaret olduğu gibi, Rabbani cezbelerle Hakkın cemalini görmeye vasıl olma işareti de vardır. (Ramazanoğlu Mahmut Sami, Bakara suresi tefsiri, 28)

Daha sonra , namazı ümmetine bir hibe olarak getiren Peygamber-i zişana selam okur. Selam verirken sağdaki ve soldaki meleklere de selam verdiğini hatırlar. Sağa, sola selam verişte iki dare selam vermeye işaret bulunduğu gibi, sağdan cennet nimetlerine, soldan da lezzet ve şehvetlere davet eden her cahil davetçiye selama işaret vardır. Şekilciler namazı edadan selamla çıkarlar. Hakikat ehli ise, selamla namazı devam ettirmeye girerler. Nitekim Allah Teala: Onlar namazlarına devam ederler. Buyurmaktadır. (Mearic, 23)

Kulun Allah karşısında acizliğini sunan ilk hareketi, ellerini bağlayarak saygıyla durmasıdır. Bu ilerleyerek Allah'ın huzurunda baş eğme (Rükû) şeklinde gelişir. Bu, daha da ilerleyerek onun huzurunda yere kapanmak, başını yere koymak, alnını yere yapıştırmak (secde) şeklini alır. Namazın tamamı işte bu saygı ve duygudan ibarettir. Namazın dış görünüşü içersindeki ruh budur. Bu yüzden de namaz, dünya ve ahiret saadetinin, huzurunun esasıdır.

Kaynak: Osman ERSAN, Gözümün Nûru Namaz, Erkam Yayınları.

Namazı Dosdoğru Kılmak

İnsanları emr-i bil maruf nehyi anil münkerden uzaklaştıran şeytan ve dostları, namaza da müdahale etmişler ve bu müdahaleye maruz kalan insanlar, namazın anlamından uzak bir konuma düşmüşlerdir.
Nitekim halkında müslüman olan ülkelerde yaşayan birçok insan namaz kılmakta, fakat ne var ki kıldıkları namazdan gafil bulunmaktadırlar. Kuran-ı Kerim ifadesiyle bu kimseler namazlarında yanılgıdadırlar, ne için nereye yöneldiklerinin, ne yaptıklarının bilincinde değildirler.

§ İşte (şu) namaz kılanların vay haline, ki onlar namazlarında yanılgıdadırlar. Onlar gösteriş yapmaktadırlar. (107-Maun 4...6)

Müslümanların en görkemli ve en anlamlı ibadeti olan namaz, günümüzde ne yazık ki önemini ve etkinliğini kaybeden bir eylem durumuna getirilmiştir. Namaz kılmayı veya hacca gitmeyi ticari bir bonservis olarak kullananları bir kenara bıraksak bile, samimi müslümanlarda da namaza ilişkin yanılgılarla karşılaşabiliyoruz.

-Ne yapmalı?- sorusuyla yanınıza gelen bir müslümana ; -öncelikle dosdoğru namaz kıl- dediğinizde, bir el havada sallanmakta ve ; -Zaten namaz kılıyoruz- şeklinde basit bir cevap verilmektedir !.

Oysa ki bu namaz,
Mekke dönemi müslümanlarının en büyük eylemlerindendi. Bu kutlu müslümanlar dosdoğru kıldıkları namaz ile cahili pisliklerden temizleniyorlar, dosdoğru kıldıkları namaz ile dosdoğru bir Rabbani kimliğe kavuşuyorlardı.

§ -Herhangi birinizin kapısında günde beş defa yıkandığı bir nehir olsa, o kimsenin üzerinde kir kalabileceğini tasavvur edebilir misiniz?- buyurunca Ashab; -Kir kalamaz- dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v.); -İşte beş vakit namaz da böyledir- buyurdu.(Sünen-i Nesei 461)


Cahili toplumlarda yaşayan müslümanlar, bu cahiliyeden kaçınılmaz olarak etkilenmektedirler. Bu müslümanlara sosyal yaşantıları esnasında cahiliyeden birçok izler, birtakım pislikler bulaşmaktadır. Böyle bir konumda bulunan müslümanların öyle namaz kılmaları gerekir ki, kılacakları bu namaz ile Rabbani iklimi teneffüs etsinler.
Allah?ın huzuruna durdukları zaman, neleri terkettiklerini bilsinler. Yöneldikleri kıbleye, vücudlarıyla, akıllarıyla, fikirleriyle, kalbleriyle, her şeyleriyle yönelsinler .
Rabbim şahiddir, muhtacız böylesi namazlara!.

Havaya, suya, ekmeğe muhtaç olmamızdan daha fazla, çok daha fazla muhtacız böylesi namazlara. Çünkü böyle kılınan namazlarda temizlenebilecek ve böylesi namazlarda dirilebileceğiz ...

Evlerinizde namaza durmazdan önce düşünün!..
Resulullah (s.a.v.) o sırada evinizin bir odasına teşrif etmiş olsa, Resulullah (s.a.v.)?in bulunduğu odaya, onun huzuruna nasıl girersiniz?

Bunu düşünün!..
Vücudunuzun heyecanla titremesini, kalbinizin saygıyla çarpışını dinleyin!. Sonra seccadenize bakın!. Kendi kendinize ; -Şimdi Resulullah (s.a.v.)in huzuruna değil, onun ve hepimizin Rabbi olan Allah (c.c.)ın huzuruna çıkıyorum!? diyerek kendinizi uyarın, ikaz edin.

Korkarak, titreyerek, severek, sevinerek girin Onun huzuruna. -Allahuekber- diyerek Onu tekbir ettiğiniz zaman, Onun dışında kalan herşeyin küçüklüğünü, acizliğini bir kez daha idrak edin.

Namaz boyunca Rabbinizle konuşmanın, Rabbinize sığınmanın haşyetini teneffüs edin.Ve açın ellerinizi, isteyin Rabbinizden, Ondan isteyin, Malik-ül Mülkten isteyin, Rahman ve Rahim olandan isteyin...

Kendinizi unutup, kardeşleriniz için isteyin, garipler, mustazaflar, muvahhidler için isteyin.. Sonra doğrulun seccadenizden ve dosdoğru kimliklerle, dosdoğru eylemlere doğru yürüyün.. İnsanları kurtarmaya ve gerçek kurtuluşa doğru yürüyün!...

Kaynak: Mehmet Alagaş: Dünden Bugüne Şeytan ve Dostları. İnsan Dergisi Yayınları (10.Basım).

namaz zamanı

Namazı hissederek kılmak için:

1. Herşeyden önce namazı ciddiye almak gerekiyor.

2. Namazın hayatımızda yapacağı derin etkinin bilincinde olmalı ve bu etkiyi elde etmek bizim namaz kılarken motivasyonumuzu oluşturmalı.

3. Namaza başlamadan önce ruhi bir ön hazırlık yapmak gerekiyor. Namaza birden başlamak konsantrasyonu yakalamak için bir engeldir. Yani seccademizi serdiğimizde o an Rabbimizin huzuruna çıkmak için hareket ettiğimizi aklımıza getirmeliyiz.

4. Kılacağımız namazın belki son namazımız olabileceğini düşünmeliyiz.

5. Namaza durduğumuz vakit kimin manevi huzuruna girdiğimizi idrak etmeliyiz. Huzurunda durduğumuz varlığın yüce şanını ve azametini düşünmeliyiz..

6. Böyle bir varlığın huzuruna çıkabilmenin ne kadar mutluluk verici bir olay olduğunu hatırlamalıyız ve hissetmeliyiz.

7. Okuduğumuz ayet ve duaların anlamlarını ezberlemeli ve onları düşünmeliyiz. Ayet ve dualardaki anlamlar bizim namaz esnasındaki düşüncelerimizi/aklımızın faaliyetini yönlendirmeli.

8. Dünyevi duygu ve düşüncelere geçit vermemeye hassasiyet ve titizlik göstermeliyiz. Zihnin başka şeylere takılması oranını her namazımızda daha bir aşağıya indirmeliyiz. Namazın büyük oranı % 80, giderek %90, % 95, % 99 konsantrosyonlu geçmeli. İdeal olanı hedeflemek namazı ne kadar ciddiye aldığımızın göstergesi olacaktır. Bu konuda, Rabbimize yaklaşma, Onun hoşnutluğunu elde etmek için konsantrosyonu yakalama konusunda hırslı olmalıyız.

9. Namazdaki bedensel hareketlerin anlamını bilmeliyiz. Kıyam, rüku, secde gibi hareketlerin başlı başına sembolik anlamları vardır, bu hareketleri yaparken salt bu anlamları düşünürek o hareketleri gerçekleştirmenin bizim namazımıza katacağı birçok ulvi duygu ve düşünceler vardır. Buna paralel olarak okunan dua, ayet ve tesbihlerin anlamları idrak edilerek okunduğunda elde edeceğimiz manevi hazzı düşünün. Araya şeytanın vesvesesinin karışması için bir boşluk bırakılmamış olacak. Aksi takdirde rükua varırken bu rükunun anlamını o an düşünmezseniz aklınızın (o an) başka şeylere dalması kaçınılmaz olabilir. Bu anlık dalgınlık rükuda iken okuduğunuz tesbihatın anlamını düşünmekten sizi mahrum edebilir. Bu ikinci dalgınlık ve gaflet üçüncüsüne yol açabilir ve ila ahir. Namaz kesintisiz bir zikir eylemidir. Saniyelerinizi Allahı zikretmekle geçirmezseniz şeytan namazınıza müdahele eder. Bu olay ciddi bir konsantrasyonu ve bunu başarma konusunda yüksek bir iradeyi gerektirir.

10. Bir insanın Allahla olan ilişkisinin ne kadar güçlü olduğunun en önemli göstergelerinden birisidir namaz. Eğer namazınızdan memnun değilseniz Allahla sağlam bir rabıta(irtibat) kuramamışsınız demektir. Bu durum ise eğer müminlerden isek bizi kaygılandırmalı, bizi endişeye düşürmeli. Bu endişeyi duymak ise namazı dosdoğru kılma konusunda bizi yeniden motive eder ve gayrete getirir.

11. Sabah namazları bu bağlamda en çok önemsenmesi gereken namazlardır. Eğer her iki üç günde(veya her iki üç haftada) bir sabah namazlarını kaçırıyorsak namaz denen olgu bizim kalbimize daha henüz sinmemiştir. Allah için uykusunu bölüp kalkamayan insanların Onunla sağlam bir sevgi ilişkisi kurdukları iddia edilemez.

12. Namazı dosdoğru kılmak bir süreçtir. Bugünden yarına mutmain edici bir seviye yakalamak mümkün olmayabilir. Ancak bu konuya özen gösterirsek, her kıldığımız vakit namazından sonra bir muhasebe yapıp bir dahaki vakit namazında bir öncekisinde yaptığımız gafletleri, hataları tekrarlamamaya karar verebilirsek, ve ikinci vakit namaza durmadan önce de bu aldığımız kararı yeniden hatırlayıp namaza durabilirsek bu konuda kalbimizdeki samimiyetin derinliğine göre mesafe alırız.

13. Bizi namaz konusunda gerileten unsurlardan bir tanesi namazı bir alışkanlık ve mekanik bir olgu haline dönüştürmemizdir. Namaz kendi özünü ve canlılığını alışkanlık olduğu zaman kaybeder. Her kılınan namazı apayrı bir OLAY gibi algılayabilirsek ve gerçekten bu ruh haliyle namaza durursak alışkanlık, monotonluk ve mekaniklikten kurtulmuş oluruz.

14. Namazda ağlamak manevi duyguların iç dünyamızdaki tıkanıklıkları aşıp dışarıya yol bulduğunun bir göstergesidir ve bu haliyle manevi gelişim konusunda bir kilometre taşıdır.
-Onlara ayetlerimiz okunduğunda ağlayarak secdeye kapanırlardı. Ayet- Allah için en son ne zaman ağladık ? Namaz ağlamanın en uygun ve münbit zeminidir. Ağlamak için birçok sebep var: Allahın şanının ve büyüklüğünün azametini tefekkür ederek ağlamalıyız, günahlarımızı hatırımıza getirip bunların verdiği utanç duygusundan dolayı ağlamalıyız, müslüman olmanın, Ona hak yolda ibadet edebilmenin sevinciyle ağlamalız....

15. Namaz kılarken Rabbimizim bizim o anki haleti ruhiyemizi gördüğünü, bizi gözlemlediğini, gaflet içinde kılıp kılmadığımıza baktığını hatırlayın. İster misiniz ki Yüce Allah sizi bu halle kendi huzurunda görsün. Onun huzurundayken aklımızı başka şeylerle meşgul etmek suretiyle Ona karşı ne kadar çok ayıp ettiğimizi hiç düşündünüz mü ? Biz gerçekten Ona borçluyuz, namazı dosdoğru kılma konusunda bizim bir gönül borcumuz var. Ona karşı halis duygular içinde namazımızı eda edemiyorsak vay halimize.

16. Namazı hissederek kılma konusunda her birimizim yapabileceği ve yaptığı birçok güzel tecrübeler vardır. Namazlarımızı muhasebe ederken işin bu metodik boyutuyla ilgili de sürekli yeni dersler ve metodlar çıkarmaya çalışalım, namazı daha doğru nasıl kılabilirim sorusuna sürekli yeni cevaplar üretebilmeliyiz. Herkesin bu konuda mutlaka değerli tavsiyeleri vardır. Bunları paylaşırsak hepimiz biribirimizden faydalanmış ve Allaha daha fazla yaklaşma konusunda ilerlemiş oluruz.

OKUDUKLARIMIZIN ANLAMINI BİLİRSEK KENDİMİZİ NAMAZA DAHA KOLAY VERİRİZ


Namazda Okunanların ANlamları


ALLAHÜEKBER = Allah büyüktür.

SÜBHANEKELLAHÜMME (TAMAMI) = Ey Allah'ım, seni noksanlıklardan tenzih eder, bütün kemal sıfatları ile tavsif ve sana hamd-ü sena ederim. Yüce ismin, şanın her şeyin üstündedir. Senden başka ilah yoktur ya rabbi.

FATİHA = Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın ismiyle. Hamd o âlemlerin Rabbi, O Rahmân ve Rahim, O, din gününün maliki Allah'ın. Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti ve ancak senden dileriz yardımı, inayeti. (Ya Rab!). Hidayet eyle bizi doğru yola, O kendilerine nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba ugramislarin ve o sapmislarin yoluna degil. O kendilerine nimet verdigin mutlu kimselerin yoluna; o gazaba ugramislarin ve o sapmislarin yoluna degil.

SÜBHANE RABBİYEL AZIM = Azim olan Allah'ı tesbih ederim.

SEMİALLAHÜLİMENHAMİDE = Hamdeden kimseyi Allah işitir.

RABBENAVELEKELHAMD = Rabbimiz hamd ancak sanadır.

SÜBHANERABBİYELAĞLA = Şanı yüce olan Allah'ı tesbih ederim.

TAHİYYAT = Dil, beden ve mal ile yapılan bütün ibadetler yalnız Allahüteala hazretlerinedir.Ey nebiyyil muhterem, Allah'ın rahmeti, bereketi senin üzerine olsun.Selam bize ve Allah'ın bütün salih kulları üzerine olsun.Allah'ın birliğine ve Hz. Muhammed'in (sallallahüaleyhivesellem) rasülü olduğuna şehadet ederim.

SALLİ = Yüce Allah'ım! Sen Hz. İbrahim'e (s.a.s.) ve onun aline Salat-ü selam ettiğin gibi Hz.Muhammed'e (sallallahüaleyhivesellem)ve onun aline de Salat-ü selam eyle. Muhakkak ki sen Hamid ve Mecidsin.

BARİK =Yüce Allah'ım! Sen Hz. İbrahim'i (s.a.s.) ve onun aile efredını mübarek eylediğin gibi Hz.Muhammed'i (sallallahüaleyhivesellem) ve onun aile efradını da mübarek eyle. Muhakkak ki sen Hamid ve Mecidsin.

RABBENA = Ey bizim yüce Rabbimiz! Dünyada ve ahirette bize lütf-i kereminden büyük iyilikler ver ve bizi ateş azabından koru.Rabbimiz beni, babamı, annemi ve bütün müminleri hesap gününde bağışla.

ESSELAMÜALEYKÜMVERAHMETÜLLAH = Selam ve Allah'ın rahmeti sizin üzerinize olsun.

ALLAHÜMME ENTESSELAMÜ VEMİNKESSELAM TEBERAKTE YAZEL CELALİ VEL İKRAM = Ya Rabbi sen SELAM'sın (Her türlü tehlikeden kullarini selamette kilan) kullarını selamette kılmak ancak sendendir.Ey ikram ve celal sahibi olan Allahım sen yüceler yücesisin.